4 Nisan 2009 Cumartesi

Serinus Pusillus mu, Yoksa Rasmussen’mi Alırdınız?


Elinde üstün nitelikli çekim ve görüntüleme fonksiyonları bulunan bir fotoğraf makinesi ile iki bin rakımlı dağ zirvelerinde yabanıl yaşamın en nadide türlerine ait, nesli yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış doğa kuşlarını inceleme, fotoğraflama ve çeşitliliğini araştırma telaşına kapılan aramızdan kaç kişi çıkar doğrusu bilemem? Fakat hanidir kapattığım ekranların o bildik hamasi siyasi söylem ve eylemleriyle dolu haber akışından bunalıp biraz olsun rahatlamak, zindeliğe duyulan ihtiyaçla sanal âlemin engin derinliği içerisinde tek kaygısı depreşen politik dürtülerini teskin etmek olmayan insanların gündelik uğraşlarına tanık olmak isteğiyle oradan oraya sörf yapmaya başladım. Şu insanoğlunun ne garip merak ve uğraşıları var böyle! Antika tutkusundan tutunda el sanatları, bahçecilik ve astronomiye varıncaya kadar türlü, türlü ilgi alanı ve bunlarla kazanılan bilgi ve deneyimler ile insan ve onun öğrenme hırsı. Yaş, sınır, cinsiyet tanımayan özlemler! Her biri kendi derinliği içinde saygı ve takdiri hak eden uğraşlar bunlar. Fakat aralarında yukarıda kısmen belirttiğim kuş bilimcilerinin hayata bakış tarzları her nedense benim için ayrı bir değere sahip oldu. Ornitoloji deniyormuş kuş bilimine. En iyi görüntüyü alabilmek için doğayı çok yakından tanımaları gerekiyor. Fotoğrafçılık, kameramanlık arazi şartlarında yön bulma, harita okuma, iklimsel ve coğrafi özellikler ve elbette yabanıl hayatın şu sevimli yaratıklarının biyoloji ve beslenme rejimleri ve göç yollarını bilmek olmazsa olmaz şartlardan biri. Oldukça zengin ve oldukça verimli, öğretici bir ilgi alanı. Ornitologlarımızın her tür beklentiden uzak bir özveri gerektiren yüksek amaçlarına saygı duymamak elde değil. İçinde yaşadığımız ortama kendimizi sorumlu hissedebilmek, doğal işleyişe verdiğimiz zararı bir nebze olsun gidermeye çalışmak, bunu tek düzeliğe dönüşen gündelik koşuşturmalarımızın bunaltıcı atmosferinden kaçarak kendi hayatımıza renk katacak anlamlı bir hobiye dönüştürmek, doğrusu oldukça zarif bir anlayışın edinebileceği zevklerden biri olsa gerek. Rasmussen’de önemli ama hayat her şeyden kopup sadece siyasi anlayış ve açılımların peşinde tüketilemeyecek kadar da kısa doğrusu.

Author: Aydın AKDENİZ

25 Mart 2009 Çarşamba

Doğa ile Başbaşa


Ne kadar geniş bir otlaktı burası. Neredeyse diz kapaklarına dek yükselen otlar arasında iki kardeş, bir birlerine baka kaldılar. Vakit bir hayli geç olmuştu. Çiftlik evine dönmekle, önlerinde güneşin battığı yöne doğru uzayıp giden çayırlığı keşfetmek arasında ikilemde kalmışlardı. Gittikçe kuvvetlenen esinti, yemyeşil çimenleri bir oraya bir buraya savuruyor, yüzeyde dalgalanmalara neden oluyordu. Az önce buraya gelirken bir hat boyunca önünden geçtikleri orman, rüzgârın etkisiyle uğulduyor, çocukların endişesini bir kat daha arttırıyordu. Çocuklardan irice olanı, ürpermesine rağmen korkularıyla yüzleşmek ve sınırlarını keşfetmek istiyordu. Bakışlarını uğultunun geldiği karanlığa çevirdi. Onun bu vahşi görüntüsü, sanki kendisine meydan okuyordu. Evet, evet her ne bahasına olursa olsun dalacaktı bu ormana. Kardeşine bakarak ; “ sen artık istersen dön eve.” Dedi. Küçük olan bu kararlı ses tonunun anlamını biliyordu. Zor duyulur bir sesle “ hayır, seninle kalacağım.” Diye fısıldadı.
Yarım saat kadar diz kapaklarına ulaşan otlar içinde yürüdüler. Bu arada, önlerine çıkan iri çayır tavşanlarını kovaladılar. Ne denli hızlı koşarlarsa koşsunlar bu sevimli yaratıkları bir türlü yakalayamadılar. Tel örgülerle çevrilen meralara bırakılan iri cüsseli kocaman atlara baktılar uzun, uzun. Büyük kardeş, bulmacalardan adını hatırladığı bu kadanaları yakından görmek için tel örgülere tırmanmaya kalktığında daha ne olduğunu anlayamadan kendini yerde bulmuştu. Tel örgülere elektrik akımı bırakılmış ve kadanalar, çiftlik evinden kontrol edilen panellerle yönlendiriliyordu. Yerden kollarını ovuşturarak kalkan büyük kardeş, şaşkınlık içinde kollarının yerinde olup olmadığını kontrol ediyordu. Uyuşmuşlardı. Duyduğu acı ve korkudan bozulan morali, çok sevdiği köpeği Edu’nun havlamasını duyduğunda düzelmiş ve ormana yaklaştıkça iyice açığa çıkan tereddüdü kaybolmuştu. Büyük kardeş, bu kurt köpeğiyle oynamayı, onu tasmasıyla gezintiye çıkarmayı çok seviyordu. Oldukça zeki olan bu hayvan sanki konuşulanları anlıyor gibiydi. Adı söylendiğinde kuyruğunu sallayarak yanınıza gelir. Daima açık ağzının sağ tarafından sarkan dili dışarıda olduğu halde yüzünüze bakar ve niçin çağrıldığını anlamaya çalışırdı. Canlı, kanlı bir yüz ifadesini gördüğünde bir taraftan kuyruğunu hızla sallar öte yandan sevinçle homurdanarak ön patilerini kaldırarak üzerinize sıçramaya çalışır. “Hadi daha ne diye duruyoruz, seninle gezmeye dolaşmaya çıkalım bir an önce..” diye anlaşılabilecek havlamalarla tamamlardı gösterisini.Büyük kardeş, köpeğinin bitmek tükenmek bilmeyen enerjisine defalarca tanık olmuş ve bu nedenle her şeyden çok seviyordu onu.
Kardeşler artık iyice kararmış olan havada, hangi yöne gittiklerini pek umursamadan yollarına devam ediyorlardı. Önlerindeki karaltıya iyice yaklaşmış ve karaltıyla aralarındaki tek engel olan şu dere yatağını geçtiklerinde artık ormana ulaşmış olacaklardı. Bir süre önce çisemeye başlayan bu havada eğer başlarını sokabilecekleri bir sığınak bulamazlarsa iyice ıslanacak ve hasta olacaklardı
Ormana ulaştıklarında az önceki çiseme yerini şiddetli bir sağanağa bırakmıştı bile. Islanan zeminde yere düşmemek için birbirlerine tutunan kardeşler ormanda güçlükle ilerleyebiliyor, arada bir rüzgârın etkisiyle savrulan kızıl meşe ağaçlarının araladığı boşluktan karanlığa gömülmüş gökyüzünde, çakan şimşeklerin kulakları sağır eden gürültüsünün dalgalar halinde yayılışını izleyebiliyorlardı. Oldukları yerde korkudan dona kalan kardeşler için artık geri dönme imkânı da bulunmuyordu. Sağanak yağış, yüksek tepelerden ovaya seller halinde sökün etmiş. Önüne kattığı kuru odun kütükleri, taş ve kayaları büyük bir uğultuyla sürükleyerek dere yatağını doldurmuştu. Dere yatağındaki berrak akıntı gitmiş yerine delice akan, aktıkça kuduran, taşıdığı taş ve milin etkisiyle rengi çamura dönmüş, yüzeyinde girdapların oluştuğu soğuk, ıslak ve koyu karanlık bir canavara dönüşmüştü. İşte bu canavar, az önce kardeşlerin üzerinden geçtiği eve dönüşlerini sağlayabilecek tek yol olan ahşap köprüyü de yalayıp yutmuştu. Artık, çaresiz kendilerini nereye sürükleyeceğini bilmedikleri bu ormanda ilerleyecek yollarını kaybetmemek, hastalanmamak ve sığınılabilecek bir barınak bulmak için talihlerine güveneceklerdi.
Karanlıkta umutsuzca yollarına devam ederlerken birden köpekleri Edu yanlarından ayrılarak öne doğru fırlamış ve çalılara yönelerek havlamaya başlamıştı. Kesintisizce süren bu öfkeli havlamalara öte yandan aynı tonda öfkeli böğürtüler cevap vermiş, köpeğin saldırganlığını arttırmıştı. Bunun üzerine kardeşler koşarak köpeğin yanına gelmiş ve usulca hayvanın yanına çökerek meraklı bakışlarla karanlığı gözlemeye başlamışlardı. Büyük kardeş bir taraftan köpeği sakinleştirmeye çalışırken bir taraftan da beklenmedik bir tehlikeye karşı nasıl bir önlem alabileceğini düşünüyordu. Bulundukları yer belli olmasın diye önce Edu’yu susturdular. Bir süre çevreyi gözlemeye ve dinlemeye devam ettiler. Evet, evet az ötede bir şeyler olmalıydı. Bu sesler muhakkak bir hayvana aitti. Fakat ne tür bir hayvan olabilirdi bu? Büyük kardeş küçüğüne;
—Sen burada köpeğin yanında kal. Ben az sonra dönerim. Dedi. Küçük olan;
—Peki. Olur. Fazla gecikme ama! Diye cevap verdi.
Büyük kardeş artık büsbütün ıslanmış ve çamura bulanmış elbiselerin korunacak bir tarafı kalmadığını düşünerek gönül rahatlığıyla yere kapandı. Bir kaç gün önce izlediği bir savaş filmindeki asker gibi düşman hattına doğru sürünerek ilerlemeye başladı. Zemin ıslak, yumuşak ve soğuktu. Fakat yine de yerdeki taş ve ağaç dalları sürünürken kollarına, ayaklarına batıp canını acıtıyordu. Sık sık çıkan ayakkabılarını tekrar giymeye çalışmak ise ilerleyişini engelliyordu. Ekran karşısında imrenerek izlediği sahnenin hiçte kolay filme alınmadığını düşündü bir an. Sonra böğürtülerin geldiği yöne doğru ilerleyişini sürdürdü. Zemindeki ıslak gazallardan çevreye yayılan buram, buram kokuyu ciğerleri şişene dek çekti içine. Bu havayı bir süre içinde hapsederek tekrar dışarı verdi. Soluduğu havanın güzelliğini, tazeliğini vücudunun tüm hücrelerinde hissetmek istiyordu.
Az önceki böğürtüleri işittiği yere geldiğinde önündeki çalılığın arkasında hızla soluk alıp veren birkaç hayvanın gölgesini fark edebiliyordu. Ses çıkarmamaya çalışarak bulunduğu yerde hafifçe doğruldu. Bu arada rüzgârın estiği yönü kestirmeye çalıştı. Yırtıcı hayvanlarda koku alma yeteneğinin son derece gelişmiş olduğunu hatırlıyordu. Bulunduğu yerden hayvanlara doğru esecek rüzgâr yerini belli edebilirdi. Allah’tan esinti ters yöndendi. Büyük kardeş elleriyle çalılığı araladı. Evet, işte tam karşısındaki küçük açıklık alanda birkaç karaltı yağmur ve soğuk nedeniyle birbirlerine sokulmuşlar, ürkek bakışlarla etrafı kolaçan ediyorlardı. Büyük kardeş kendi kendine mırıldanarak ; “ Bunlar sadece geyikmiş yahu.” Dedi
Endişe ve korkularından sıyrılarak olduğu yerde doğruldu. Kendinden emin adımlarla kardeşinin bulunduğu tarafa yöneldi. Atılan adımlarla kırılan dallar ve yuvarlanan taşların çıkardığı ses Kuzey Avrupa’nın ıssız ormanlarının sessizliğine alışmış olan geyiklerin dikkatini çekmiş, çatal boynuzlarını dikerek bir süre, gittikçe uzaklaşan bu gürültüyü dinlemiş sonra da hiçbir şey olmamışçasına tekrar eski sessizliklerine bürünmüşlerdi. Arada bir erkek geyik, iri cüssesine yakışır şekilde hâkimiyet alanı belli olsun diye sağanak yağışın zemin ve ağaç yapraklarını dövüşüyle ortaya çıkan gürültüye karışan böğürtüleriyle bozuyordu bu ritmi.
İki kardeş ve köpekleri Edu yollarına kaldıkları yerden devam ettiler. İki saatlik tırmanışın ardından şimdi yüksek bir tepenin üzerindeydiler. Karanlık, görüş mesafesini kısaltsa da sığınılabilecek bir yer bulma umuduyla çevreyi gözlemeye başladılar. Küçük kardeşin zayıf olan bünyesi bu yorgunluğa ve olumsuz hava koşullarına dayanamamış olduğu yerde, sıtmaya tutulmuşçasına titremeye başlamıştı. Ağlamaklı bir sesle ağabeyine yalvarıyordu;
- ‘ Ahmet abi, hadi gidelim buralardan. Ben çok üşüdüm.’
Ahmet, fırtınanın uğultusuna karışan bu yalvarmayı zar zor işitmiş, ya da duyduğu fısıltıyı bu şekilde anlamıştı. Her neyse şimdi önemli olan bu ayrıntı değildi. Çünkü kardeşinin eli artık az önceki kadar kuvvetle sıkmıyordu kendi elini. O’nu soğuktan korumak için kolunu omzuna attı. Bu kez gerçekten kendisi de korkmuştu. Kardeşi eğer hastalanacak olursa buna o kör inadı ve bencilliği neden olacağı için bağışlayamazdı kendisini. Bir an önce sığınılacak bir barınak bulması gerektiğini anladı. Üstelik daha fazla gecikmeden hemen şimdi bulmalıydı bu barınağı. Macera ve heyecan arama isteğinin bu kadar tehlikeli bir gelişmeye neden olabileceğini asla tahmin edemezdi. Bu durumdan kurtulunca bir daha evden bu kadar uzaklaşmayacağına söz verdi kendi kendine. Ahmet’in pişmanlık ve kaygı dolu gözyaşları, yanaklarından süzülen yağmur damlalarına karışıyordu.
Köpekleri Edu, yattığı yerden birden kalkarak hızlı, hızlı solumaya başladı. Kulaklarını dikerek boşluğu dinliyor ve sonra kesik, kesik havlıyordu. Havlamasını sürdüren köpek, karanlığa doğru atılarak kaşla göz arasında kayboldu ortadan. Aradan ancak on dakika geçmiş olmalıydı ki köpek tekrar belirdi. Ağzında tuttuğu bir şeyi Ahmet’in önüne bıraktı. Köpek burun ucuyla itelediği bu şeyi Ahmet’e doğru iyice yaklaştırdı. Sonra sağ ön ayağını, yere çökmüş olan çocuğun omzuna dokundurarak çekti ve bir kez daha havladı. Sanki ona doğru attığı şeyi yerden almasını istiyordu Ahmet’ten. Ahmet, yere doğru uzanarak önündeki nesneyi eline aldı. Bu bir şapkaydı. Edu bununla ne demek istemiş olabilir ki! Diye düşündü Ahmet. Sonuçta sıradan bir şapkaydı işte. Kuzey Avrupa Ülkelerinde yaşayan pek çok köylünün kullandığı türden bir şey. Yakınlarda bir yerde barınak olmalıydı. Belki de kendilerine yardımcı olabilecek birileriyle dahi karşılaşabilirlerdi.
İki kardeş, bulundukları tepenin kuzey yamacından aşağı doğru inmeye başladılar. Yürürken önlerine çıkan engellere takılıyor, düşe kalka ancak ilerleyebiliyorlardı. Bazen tutundukları kayalar ıslak zeminden koparak gürültüyle aşağılara yuvarlanıyordu. Köpekleri Edu yanlarından hiç ayrılmıyor, karanlığa doğru havlayarak ormanın tehlikelerinden kardeşleri korumaya çalışıyordu. Ahmet inişin, tepeye tırmanıştan daha uzun sürdüğünü düşündü. Yaklaşık üç saattir yoldaydılar ve henüz zemine ulaşamamışlardı. Büyük bir olasılıkla derin bir vadi içine açılıyordu yolları. Bu şekilde bir süre daha yol aldıktan sonra küçük bir düzlüğe ulaştılar. Hava henüz karanlık olmasına rağmen şafak sökmüş, ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Geceden başlayan yağmur durmaksızın yağmaya devam ediyor ve kardeşlerin yol almasını engelliyordu. Ahmet;
—Daha fazla gidemeyeceğiz. Burada kalmalıyız. Önümüzde nehirle kuzey denizinin buluştuğu bir koy var.” Dedi.
Kardeşi yorgunluk ve hastalıktan iyice bitkin düşmüş, güçlükle başını sallayarak onaylamıştı Ahmet’i. Sonra da;
- “ Peki, şimdi ne olacak ?” diye fısıldadı.
Ahmet’te ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Sağına ve soluna bakınarak aradığı cevabı bulmak için zaman kazanmaya çalıştı. Bütün gece ormanda yürümüşler, bulundukları yere ulaşmışlardı. Evlerinden kim bilir ne kadar uzakta olmalıydılar. Yolu bulmak, eve ulaşmak bu şartlarda imkânsız gibi görünüyordu. Karşılaşacakları bir köylü, nerede bulunduklarını kendilerine söyleyebilirdi fakat bu mevsimde acaba buralarda biri bulunur muydu? Üstelik sağanak şeklinde yağan bu yağmurda hangi akıllı, evde olmak varken dışarıda olmayı yeğlerdi. Macera olsun diye başladıkları yolculuk işte şimdi tam bir kâbusa dönüşmüştü. Az önce buldukları şapka ile birileriyle karşılaşma ümidine kapılmışlardı ama galiba yanılmışlardı. Etrafta ne ışığı yanan bir ev, ne de bir köpek havlaması vardı. Buraları tamamen ıssız bir ormandı.
- “Güneş artık doğmuştur” diye cevapladı soruyu ve sonra sözlerine devam etti;
- “ Merak etme sen. Az sonra buralardan geçmekte olan bir yolcuyla karşılaşır ve bize yardım etmesini isteriz ondan. Her halde bize sırtını dönecek değildir herif.”
Küçük kardeş işaret parmağı ile bir yerleri göstererek Ahmet’e seslendi; - “ Ahmet bak ileride bir karartı var!”
- “ Nerede? ”
- “ işte tam parmağımın gösterdiği tarafta ”
- “ ben bir şey göremiyorum orada ”
- “ nasıl görmezsin? İyi bak. Deniz tarafına doğru iyice bak ”
Ahmet kardeşinin düş gördüğüne inandığı sırada köpekleri kulaklarını dikmiş ve Mehmet’in gösterdiği yöne doğru havlamaya başlamıştı. Ahmet kardeşine;
- “ sen burada kal, ben şimdi o karaltının ne olduğuna bakar gelirim ” dedi. Koşarak yanlarından ayrıldı. Mehmet merak içinde kardeşinin dönüşünü beklemeye başladı. Aslında yürekli bir çocuktu. Yorgunluk ve hastalıktan halsiz düşmüş bedeninde, ayağa kalkabilecek biraz güç bulsa o da hemen Ahmet’in peşine takılacak ve o şeyin ne olduğunu anlamak için onun dönüşünü beklemek zorunda kalmayacaktı. Mehmet, bu düşüncelerle boğuşurken yorgunluğun etkisiyle tatlı bir uykuya daldı. Rüyasında; “ Ana vatanındaydı. Köyün girişindeki mezarlığın önünden geçerken görüyordu kendisini. Bir öküz arabasına binmiş, elindeki çubukla hayvanları hızlı gitmeleri için dürtüyordu. Mezarlığın içindeki meşe ağaçları karanlıkta çok korkunç görünüyordu. Mehmet, bir türlü bitmek bilmeyen bu yolda ne kadar acele ederse etsin hayvanlar sanki aralarında anlaşmışlarcasına o kadar aheste ve ağır ilerliyorlardı. Mehmet, hayvanların bu rahatlığına öfkeleniyor ve onları hızlandırmak için çubuğu acımasızca saplıyordu hayvanların baldırına. Karanlıktan kulağına kadar gelen baykuş ötüşleri içindeki korkuyu daha da arttırıyor ve paniklemesine neden oluyordu. Mehmet, birileri tarafından izleniyormuş hissine kapılıyor ve sık, sık arkasına dönerek çevreyi kolaçan ediyordu. Bu arada mezarlığın yola bakan tarafındaki duvarın önünde bir kız çocuğu gördü. Kendi yaşlarında ya var ya yoktu bu çocuk. Başını iki eli arasına almış, yere doğru bakıyor ve hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu. Ne kadar garip bir görüntüydü bu! Çocuk, gecenin bu saatinde evinden bu kadar uzakta buralarda tek başına ne arıyor olabilirdi? Mehmet korkularını unutarak arabayı durdurdu ve kızın yanına gitti.
- “ Adın ne senin bakalım?” dedi ona. Kız onu duymamışçasına ağlamaya devam ediyordu. Mehmet bu kez elini kızın omzuna koyarak tekrar sordu;
- “ Buralarda tek başına ne arıyorsun sen ?” Kız da yine bir cevap yoktu. Mehmet ne yapacağını şaşırmıştı. Bir süre kızın başı ucunda oyalandı ve tekrar kıza yönelerek;
- “ Ben köye doğru gidiyorum. Haydi, gel senide bırakayım oraya. Köyde muhakkak seni tanıyan birileri vardır” dedi. Kızdan yine bir cevap gelmeyince onu elinden tutarak arabaya götürdü. Kızın elleri buz gibi soğuktu. Mehmet öküz arabasına binince hareket etmeleri için hayvanları elindeki çubukla dürttü. Bu komuta alışık olan hayvanlar işareti alır almaz hemen yola koyulurlarken bu kez ne olmuşsa olmuş hayvanlar yerlerinden bir adım bile kıpırdamamıştı. Mehmet birkaç kez daha denedi fakat hayvanlar sanki oldukları yere çakılmış kalmışlardı. Mehmet isteksizce arabadan indi. Tekerlekleri kontrol etti. Her şey normal görünüyordu. O halde ne olmuştu bu kahr olasıca öküzlere? Neden hareket etmezlerdi? Tekrar arabaya döndüğünde gördüğü şey karşısında korkudan dehşete kapılmıştı Mehmet. Kız çocuğunun ayakları geriye doğru dönük, göz bebekleri de yuvarlak değil, yılan gözü gibi kavisliydi. Korkusundan arabadan nasıl atladığını hatırlamıyordu. Köye uzanan yolda arkasına bile bakmadan tüm gücüyle koşmuş, önüne çıkan bir tümseğe takılarak yere kapaklanmış ve orada yüz üstü kalarak beklemeye başlamıştı. Yüreği gümbür, gümdür atarken korkudan titriyor, kız çocuğunun yanına gelerek kendisine zarar vermesinden endişeleniyordu.”